Fırat Budacı’nın Uykusuz’daki yazısı
Basketbol Asil Bir Spordur
Basketbolda top, bileğin zarif bir hareketiyle parmak uçlarından çıkarak potaya doğru süzülür. Oysa futbolda parmak uçları ayakkabının içindedir, havada süzülme nadirdir ve bilek zaman zaman şişmeye müsaittir. Baskette topa vurulmaz ama futbolda vurmak sıradan bir davranış biçimiyken iş abanmaya kadar uzanabilir (hatta mahalle ölçeğinde bu abanma ‘pis burun’a kadar seviyesizleşebilir). Baskette en ufak bir temas, ‘böyle davranmanı istemiyoruz’ anlamında faulle cezalandırılır, futboldaysa “Omuz omuıza mücadele! Yok bi şey!” diye bağırılır. Ve galiba en önemlisi, futbolu pornografik bir tonlamayla Ermen Toroğlu anlatırken, basketi kolej sesiyle (İngilizce tonlamalı Türkçe) Murat Murathanoğlu anlatır…
Basketbolun topu çemberden geçirme ana fikri dışında kendine has iç dinamikleri olduğunu lise yıllarında fark ettim. Çok iyi oynayamasam da, özellikle faul atışları sırasında ‘topu havada çevirme’, ‘gözleri kısma’, ‘dizlerden gereksiz yaylanma’ gibi yetenek gerektirmeyen artistik hareketlerden bolca ekmek yediğimi hatırlıyorum. Basketbolun karşı cins tarafından izlenme oranı futbola göre daha fazladır ve emin olun izlendiğinin bilincinde olan bir liseli, yeryüzündeki en büyük kitenik enerjilerinden biridir. Ama ne yazık ki çoğumuz, bu işlerin okul bahçesinde atılan faul atışlarıyla yürümeyeceğini fark edemiyorduk. Basket sporunun liseli bir erkeğin amacına hizmet edebilmesi için topun parkede ‘cıyk’ sesi çıkarması gerektiğini anlayamamıştık. O yıllarda ancak okul takımındakilerin bu sesi çıkarabildiği düşünüldüğünde, okul bahçesindeki ‘lök lök’ sesiyle (beton basketbolu) top zıplatan bizlerin pek şansı yoktu. Türk lise tarihinde, okul takımında basketbol oynayan erkeklere aşık olan kız sayısıyla, futbol oynayan erkeklere aşık olan kız sayısı karşılaştırılamaz. Basketin pivot Kerem’i, futbolun sağ beki Adnan’ı her zaman geride bırakmıştır. Kerim’in teri antrenman zamanları gri tişörtünün arkasında seksi bir üçgen oluştururken, Adnan’ın teri tüm vücuda yayılarak sınırları belirsiz bir kokuya dönüşür. Bunu her iki soyunma odasında takımda olmamama rağmen bulunma şerefine erişmiş biri olarak söylüyorum. Kerem’le Adnan’ın liseden sonra neler yaptığını bilmiyorum. Kerem, bir plaza çalışanı olup basketi bırakarak, kulağında iPod’la koşu bandına yönelirken (teri mutlaka yine üçgendi), Adnan’ın kaderi halı saha dolaylarında “iyi topçu” seviyesinde kalmış olmalı. Kerem’in NBA’in yanında futbolu da Bundesliga düzeyinde ve bira eşliğinde sahiplenmesinin, Adnan’ın süper lig maçlarına olan hakimiyetinden daha çok ses getirdiğine eminim. Adnanlar, “Okan Samsunspor’dan geçen sene geldi bizim takıma” derken, aynı dakikalarda Keremler, “Gassaray’ın geride Zambrotta gibi beyne ihtiyacı var abi” demiş olmalılar. Dememiş de olabilirler, bilemiyorum. Tahminler üzerine devam etmek de istemiyorum. Sonuçta, basketbol kisvesi altında tüm lise hayatını etkileyen Kerem efekti benim için çok gerilerde kaldı. Artık 2010 yılındayız ve önümüzde çok önemli bir maç var: Fransa – Türkiye.
Bizim takımın sayıyla sonuçlanan her şutunda “Oleeeyy!” diye bağırıyordu. Vakit ilerledikçe tepkileri çeşitlendi. Mesela maçın başlarında sessiz karşıladığı başarısız atışlara ilk beş dakikadan sonra “Hadi beee!” ismini vermeye başladı. (Milli hisleri coşan kadınların duygularını dışa vurması, genelde anlamlı bir cümle oluşturamayacak kadar zayıf oluyor.) Ama en kötüsü, ikinci periyottan itibaren Fransız hücumları sırasında “Atama, atama, atama…” gibi art arda duyulduğunda insan zihnini zorlayan bir çeşit duaya başlaması oldu. Sevgilimin coşkusu uyarılmayı hak edecek desibele ulaşmıştı. Hiçbir teknik bilgisi olmamasına rağmen (steps de neymiş?), yaşadığı bu coşku maça olan konsantrasyonumu bozmaya başladı. “Çok bağırıyorsun” diye uyardım. Gözlerini ekrandan ayırmadan “Kerem harikasın!” diye karşılık verdi. Dönüp Kerem’e baktım. Hızla savunmaya dönüyordu. “Aslanım bee, şuna bak!” diye devam etti. Daha önce bir erkek yapılanması olarak incelemediğim Kerem Tunçeri’ye bu sefer alıcı gözle baktım. Sonra dönüp 1.55 boyundaki sevgilimi inceledim. Sonuç rahatlatıcıydı. Kadınların televizyon yoluyla erkek övmelerindeki boşunalığın trajik bir örneğiyle daha karşı karşıyaydım. “Bu çoşku da nerden çıktı?” diye düşündüm (sevgilisinin spora ve sporcuya olan gizli bir övünç duyan adamlardan değilim). Tanyeviç’in aldığı bir mola sırasında, salonda çalan “12 Deva Adam” şarkısına kalınlaştırmaya çalıştığı sesiyle eşlik etmeye başlayınca, “Neyin peşindesin sen?” diye sormak zorunda kaldım. Sesini biraz daha kalınlaştırıp yüzüme bakarak “Hu ha dev adam…” bölümüyle şarkısına devam etti. İnsan, sevgilisinin “hu ha” gibi sesler çıkarması karşısında sevgi bütünlüğünü pek koruyamıyor. Bir anda nasıl bu hale geldiğimizi anlayamadım. Oysa ilişkimiz bugüne kadar maç seyretmek isteyen erkeğin boktan bir film yardımıyla geri püskürtüldüğü klasik ilişkilerdendi. Daha dün, Kazakistan Türkiye maçını, Jennifer Lopez’in narına yanan Richard Gere’ın aniden başlayan Latin dansı merakına kurban vermiştim (bkz. “Aşka Davet”). Mola bitmeden durumu kendisine açtım. “O futbol, basket başka…” diye kestirip attı. Sonra da “Bak işte futbol” diyerek parmağıyla televizyonu gösterdi. Kamera, toplu halde maçı seyretmeye gelen A Milli Futbol Takımımızı gösteriyordu. Halleri biraz garipti. Mola sonrası attığımız ilk sayının ardından ellerindeki balonları birbirlerine vuruyorlardı. “Seviniyorlar” dedim. Basketin asaleti karşısında futbolu korumak istiyordum. O sırada Arda ayağa kalkarak elindeki balonla Tuncay’ı iyice dövmeye başladı. Gerçekten çok sevinmişti…
Sevgilimin basketbola gönül vermesinde oyun alanının parke olmasının bir etkisi olabilir, diye düşündüm. Sonuçta şimdilerde laminat ismini alan parke, evlerimizin salonu için modern ve steril bir hava yaratıyordu. Böylelikle basket sahalarının tıpkı evimizin salonu gibi insanın şehirli duygularını okşadığı ve bir çeşit aidiyet duygusu yarattığı kanaatine vardım. Evimizin parkeleri için kullandığımız paspasla basket sahalarında kullanılan paspasın aynı olması fikrimin sağlamlığını destekliyordu. futbol sahalarındaki çayır etkisiyse, modern şehir hayatının çok uzağında, vahşi ve güvensiz bir his yaratarak sevgilimin kent soylu duygularını köreltiyor olmalıydı. Devre arasında durumu kendisine açtım. Fikri tartışmaktan çok, evde kullandığımız viledayla, basket sahalarında kullanılan paspasın aynı olmadığı konusunda yoğunlaştı. Sevgilimin fikirlerin ayrıntısıyla değil, ayrıntıların fikriyle beslendiğini unutmuşum. Hemen yenildim.
3. periyotta Kerem Tunçeri sakatlandı. Çok üzüldük. Yaklaşık 2-3 dakika sonra, kamera, bileğine buz torbası sarılmış Kerem’i gösterince sevgilimin üzüntüsü şefkat dolu bir tonlamayla geri geldi: “Canım yaaa, kıyamam…” Gündelik hayatta, özellikle telefon konuşmalarında çok sık tüketilen bu kalıbı sevmiyorum. Bu samimiyetsiz kalıbı sevgilimden de duyunca, tepki vermek zorunda kaldım: “Sen bu adamdan hoşlanıyorsun galiba…” Basketbolun bilekten dönen asaleti karşısında topa abanan bir futbolcu gibiydim. Bu soruyu ilk soruşum değildi. Özellikle film seyrederken sık sık sevgilime bu lümpen soruyu sormaktan kendimi alamıyorum (ilişkilerde yaşanan standart kafa düzleşmesi). Genelde “Öfff!” cevabını alsam da, geçenlerde İspanyol aktör Javier Bardem için sorduğum bu soruya “Saçmalama ayı gibi adam…” diye başlayan yergilerle dolu uzun bir cevap alınca, ortamda bir ayet havası sezinlemiştim: Her kim ki bir insanı haddinden fazla kötülüyorsa, biliniz ki o, tam tersini düşünüyordur…
Farkın açılması bizi iyice keyiflendirdi. Maçın bitimiyle sevgilim, “Oley beee!” diye bağırarak yanaklarımı sıktı. Yaşadığımız mutluluğu fırsat bilerek, “Salı günü Belçika maçı var, seyreder miyiz?” dedim. Basketbolun ilişkimizde açtığı parkeli yoldan futbolu geçirmeye çalışıyordum. “Futbolla ilgilenmiyorum” dedi. Tam futbolu biraz daha övmek için pres yapmak üzereyken, ekranda 12 Dev Adam’ın zaferini balonlarla birbirlerine vurarak kutlayan A Milli Futbol Takımı belirdi. Hidayet Türkoğlu yanlarına gelince birbirlerine vurmayı bırakıp etrafında toplandılar. Hidayet, kendini tebrik etmek isteyen Arda’ya doğru eğildi. Sonra birbirlerini yanaklarından öptüler. Nasıl da sevinçliydiler.