Her hafta Uykusuz dergisindeki köşesini severek okuduğum Fırat Budacı’nın fotoğrafçılık serüvenini anlatan yazısını buraya almak istedim.
Mandalla İpe Asılan Çocuk
Talip’i önce içinde kimsenin yaşamadığı virane bir evin merdivenlerine oturtarak çektim. Dirsekleri dizlerinde, iki eliyle yanaklarından tutarak hüzünle bakan çocuk görüntüsünü bir türlü yakalayamıyordum. 6 yaşında bir çocuğa hüzünle baktıramayınca, en azından önüne baktırayım diye düşündüm, ama o poz da olmadı. Talip daha önüne bakar bakmaz, sağ elini yanağından çekip yerde bir şeyleri dürtmeye başladı. “Napıyorsun Talip?” diye bağırdım. “Karıncalar var burda” diye cevap verince kovaladım. Koşarak uzaklaştı. Bir an, “Karıncayla Oynayan Çocuk” ismini verebileceğim bir fotoğraf çekse miydim, diye düşündüm. Gidip karıncalara baktım. Pek fotojenik olmayan siyah karıncalardı bunlar, üstelik Talip’i ve karıncaları aynı kadraja alacak kadar fotoğraf bilgim yoktu. Talip’in peşini bırakmadım. Çünkü Talip bazı fotoğraflarda gördüğüm sümüğü aktığı için sanata can veren, yaşamın zorluklarını ima eden bir yüze sahipti (hayatın öteki yüzü). Ertesi gün Talip’i ve babası kapıcı İbrahim Abi’yi gece yattığımda aklıma gelen nefis bir mizansen için apartmanımızın kazan dairesine götürdüm. Sanatıma göre, İbrahim Abi kazana kömür atarken, oğlu Talip de objektife hüzünle bakarak babasının arkasında duracaktı. Fotoğrafın ismini alt tabakanın şu bedbaht (kapitalist) dünyada yaşadığı çileyi vurgulasın diye, “Cadı Kazanı” olarak düşünmüştüm. (Benimle dalga geçme ihtimalinize karşı, henüz lise 1’de olduğumu ve bildiğim tek fotoğrafçının Ara Güler olduğunu belirteyim.) Fakat İbrahim Abi, ilk pozun ardından, sanata daha fazla destek vermek için olacak, acar bir hareketle kazana gerçekten kömür atınca, elindeki küreğin sapı objektife hüzünle bakan Talip’in suratına çarptı. Talip’in suratındaki sanat bir anda dağıldı. Fotoğraf çekimini bir türlü durmayan ağlaması yüzünden iptal etmek zorunda kaldık. Bu elim kazadan sonra ekibi tekrar toparlamam mümkün olmadı. Talip’in sanatsal bir darbeyle yaralanması beni yıldırmadı. Hatta dışarı açılmaya karar verdim. Zaten apartmanda sanatıma uygun başka kimse yoktu. (Çekim sonrası “Bize de bastır bir tane” diyen komşular sanat için uygun figürler değildir.) Sokaklara çıkacaktım. Sokaklarda binlerce Talip olmalıydı…
Boyunda fotoğraf makinesiyle dolaşmanın insanlarda turist etkisi yarattığı yıllardı. Daha önce hiç binmediğim bir otobüsle (gizemli bir sanat yolculuğu) şehrin kenar mahallerine gittim. Varoşları siyah beyaz yakalayarak fotoğraf sanatını kırbaçlamaya hevesliydim. Ulaştığım mahallenin havası beni gerçekten etkilemişti. “Dik yokuşlardan çıktım, ara sokaklara girdim, kara bakışlı adamların oturduğu kahvelerde demli çaylar içtim…” diyecek kıvamdaydım. Fotoğraflarım için çocukların sümüklü olanlarını, yaşlı teyzelerin yüzü buruşuklarını ve evlerin sıvası en döküklerini (fotoğraf duvarı) tercih ediyordum. İçimdeki teatral ses, buruşuk, dökük ve sümüklüolanın daha sanatsal olduğunu söylüyordu. Gerçekten de, ‘sıvası dökülmüş bir evin kapısında oturan yaşlı teyze ve onun yanında yemek yiyen sümüklü bir çocuk’ görüntüsü çekmeyi başardım. Zincirleme sanat yapmıştım, çocuğun yalınayak olmaması haricinde istediğim bütün öğeler yan yana gelmişti bu karede. Bu fotoğrafı çektikten sonra halka karıştığı için gururlanan bir şehirlinin gereksiz coşkusuyla “İyi günler teyze” dedim. Buruşuk Teyze bir süre beni süzdükten sonra, “Kimsin sen?” dedi. “Yanlış anlamayın, fotoğraf çekiyorum” dedim. “Fotoğraf falan lazım değil bana” diyerek kafasını çevirdi. Nefis bir fotoğrafım ve arkadaşlarıma anlatacağım hiç yoktan bir anım olmuştu. Fotoğrafıma “Yaşlı Kadın” ismini verdim.
Fotoğrafa bir isim vermek önemli, ya da bilmiyorum belki de o yıllar çektiğim kötü fotoğrafların sanata daha çok benzemesi için bir isim vermeyi önemsiyordum. Bugün bile gezdiğim sergilerde fotoğrafa bir iki saniye bakıp hemen ‘ismi neymiş’ merakıyla sağ alt tarafa doğru eğilirim. En çok “Diyalog”, “Kesişme”, “Ritim”, “Süreç” gibi fotoğrafla bağını kuramadığım isimleri severim. Kamyondan aşağıdaki manava atılan karpuzu havada yakalayan bir fotoğrafçının aklına ilk düşen isimlerden birinin “Hayatı Yakalamak” olduğunu sezecek kadar bu isim koyma işine emek verdiğimi iddia edebilirim. Oysa yakalanan sadece karpuzdur ve aslında karpuz, nar gibi metaforik bir meyve değildir. (Nar meyvesinin peşini bırakmayan şairleri bir başka yazıda anlatmak istiyorum.) O karpuz yanlışlıkla yere düşse bile isim yine hazırdır: “Iskalanan Hayat” (yüreği daha bungun fotoğrafçılar “Parçalanan Hayat” ismini de tercih edebilirler). O gün, “Yaşlı Kadın”ı ve “Sümüklü Çocuk”u avladıktan sonra dolaşmaya devam ettim. Akşamüzeri dağılmak üzere olan bir pazaryerine denk geldim. “Dağılan Bir Pazaryeri” fotoğrafçı için bir cennettir. Yere çömelmiş yaşlı bir amca, ayakta duran bir gelin ve yerde pırasa sapıyla oynayan bir çocuğu aynı kadrajda bulunca affetmedim. Kafamda fotoğrafın ismi çoktan hazırdı: “Üç Kuşak”. Defalarca bastım deklanşöre. Sonunda “Üç Kuşak”ın en büyüğü “Hooov! Ne çekiyon sen?” diyerek beni kovaladı. Sanat yaşamım Talip’ten sonra ikinci büyük darbeyi almıştı. Belki de ‘ötekinin’ günlük hayatını şehirliye sanat olarak yutturmaya kalkmamın cezasıydı bu. O günden sonra bir daha varoşlara gitmedim, zaten portfolyomda, yaşlı kadın, sümüklü çocuk, sıvası dökük duvar ve üç adet kuşak hazırdı. Tek eksiğim, suratı toprak çatlağı bir adam yüzüydü. Böyle bir amcayı şehirde bulmak zor olduğundan, bu şartlara en yakın amca olan babama yöneldim (babam çok yaşlı olmasa da yüzü bir hayli kırışıktır). Babam sanatı ima eden pozlar vermek konusunda iyiydi. Annemi çekmeye çalışmaksa sanatsal anlamda tam bir faciaydı. Çünkü annem her seferinde ismini “Bu Halde Çekme!” koyabileceğim tek bir poz veriyordu. “Üç Kuşak”ı, “Yaşlı Kadın”ı, Talip’in kazadan önceki halini babamı bir yarışmaya gönderdim. Yaklaşık bir ay sonra yarışmanın albümü geldi. Dereceye falan giremediğim gibi, albümde yayınlanmaya bile hak kazanamamıştım. Birinci olan fotoğraf bir düğün fotoğrafıydı. Ben, o ana kadar sadece Balkan düğünlerinin sanat fotoğrafı verdiğini sanıyordum. Yanılmışım. Albümdeki fotoğraflara defalarca baktım. Neden benim fotoğraflarımın albüme giremediğini anlamadım. Yaşlıysa yaşlı, hüzünse hüzün, viranelikse viranelik, çocuksa en kralından Talip, hepsi bende vardı, ama olmamıştı işte. Fotoğraf çekmeyi bıraktım. Dijital makinelerin yaygınlaşmasıyla geri dönecektim…
Dijital makine bol çekim imkânıyla sonsuz bir deneysellik avantajını da beraberinde getirdi. Böylelikle, televizyon ekranı, kendi ayağım, evin salonu, suratın yarısını makinenin kapladığı oto portre (ayna çekimi) gibi çalışmaların yanı sıra 1 santimden sigara paketi, camdaki sinek, kalçamdaki büyük sivilce, kendi gözüm gibi makro çalışmalar yapma imkânı buldum. Bu fotoğrafların hepsine yukarıda saydığım isimleri verdim. Yalnızca kalçamdaki sivilce fotoğrafı için “Dokunulmaz” ismini tercih ettim. Elbette martıları, sokak lambalarını, binaları içeren dış çekimler de yaptım. Dış çekimlerim sırasında, makinenin ekranına değil vizöre bakmayı tercih ettim. Ekrana bakarak fotoğraf çeken bir insanın tam sanatçı havası yansıtmayacağını düşünüyordum. Zum içinse (+, -) düğmelerine basmayı değil, objektifi çevirmeyi tercih ettim. Böylelikle sanatı parmaklarımın ucunda döndürebiliyordum. Ama ne yapsam olmadı, hevesim yıllar önce olduğu gibi bir tutku haline dönüşemeden bir iki ay içinde sönüp gitti. Fotoğraf çekmeyi bir kere daha bıraktım. Bir daha başlayacağımı da sanmıyorum. Bu işi benden daha iyi yapabilecek sırt çantalı, uzun objektifli ve vapurlarda sık sık beliren insanlar olduğunu biliyorum. Martıyı havada yakalayabileceklerine olan inancım tam… Son olarak onca kahrımı çeken Talip’e teşekkür etmek istiyorum. Zamanında tab ettirmek için kendisini bir fotoğrafçıya verdim. Onu karanlık odalarda banyo solüsyonlarına sokup çıkardılar. Kuruması için mandalla ipe astılar, üstüne üstlük sanat için suratına kürek bile yedi. Ne için? İşte yukarıda gördüğünüz şu fotoğraf için. Teşekkürler Talip…